Friday, April 25

I just can't get enough enough enough

gittim, gördüm, ayaklarım geri geri gitse de döndüm. çünkü hazır değildim ey okuyucu, ne sevdiceğimi muhtemelen uzun süreler görmemek üzere oralarda bırakmaya, ne de pazartesi yeniden işe başlamaya. şimdi kendimi işe, yoğun döneme, ankaraya motive etmek ve son bi kez alkol komasına girme denemesi yaşamak için 2 gün var önümde.

taşı toprağı nahuzur istanbulda pek bir değişiklik yoktu yine. sevdiceğimin rockstar olma yolundaki adımlarının somutluğunu gözlemleyip derin düşüncelere dalmam dışında dinlendirici bir tatil oldu evet. bu sefer o kadar çok gezmedim ve henüz halka açılmadığı için izzet çapa'nın yeni mekanı long table'ı ziyaret edemedim (bilirsiniz genç çocuklara yazmak dışında onur baştürkten pek bi farkım yoktur, istanbul jet sosyetesi benden sorulur) ancak büyük londra otelinin terasındaki bir doğumgünü partisine katılma imkanı buldum. ankara'dan büyük hayallerle istanbul'a çalışmaya gitmiş bu arkadaşımızın partisinde kendi gibi aslen ankaralı olup da bir takım hayallerle istanbul'a gelmiş bir takım alter tayfa gençler mevcuttu. bu insanlar zaten ankaradayken de tribecada kahve içerken kendilerini paris'te zanneden bir tayfaydılar ve gördüm ki istanbul'a gelince de sanat dünyası bizden sorulur ve hatta yeah i feel so bohemian like you modunda takılıyorlar. o an bi sandalyenin üzerine çıkıp "sizi de melih gökçek büyüttü gençler, yemeyelim birbirimizi, yemişim istanbulunuzu" diye bağırmak ve sürekli fotoğraf çeken çocuğa bi tokat atıp makinesini aşağıya atmak istedim. bütün dünya buna inansa ve hayat scrubs olsa.

bu arada pazar günü son bir kaç aydır yataklarımızda huzurla uyuyabilmemiz için vatanı beklemekte olan dostum desalvo'yla buluşma fırsatı buldum. 3 saatlik uyku ve 9.15 vapuru. vapura son anda yetişmeyi başaran gencin yüzünde beliren ifadeyle, vapur hareket ettiği anda ipodumda jamiroquai-cosmic girl çalmaya başlamasıyla benim yüzümde beliren ifade - küçük mutlulukların tanımı olabilir. bir de bağdat caddesinde çiftehavuzlardan yola çıkıp boş bir taksim dolmuşu bulma umuduyla yukarı doğru yürümeye başlarsın ve yolda bin tane dolmuş bekleyen insan vardır çünkü o gün 23 nisandır ve herkes bayramı kutlamak dışındaki her türlü iş için sokaklardadır ve tabiiki arabasız sokağa çıkamadıkları için trafik felakettir ve sen cafe crown'a kadar yürüyüp nihayet boş bi dolmuş yakalarsın ve sonra tüm yürüdüğün yolu dolmuşla inerken yanından geçtiğin insanların hala beklediğini görürsün ya. işte o ifade.

dün bu saatlerde sahilde bir balıkçıda sevgilisiyle başbaşa olan bünyem şimdi, yani kalana "ne çabuk gitti" gideneyse "amma uzun sürdü" dedirten yolculuğum sonrası, döndüğünü kabullenmesi gerektiği gerçeğiyle başbaşa ya - ain't that a little unfair?

No comments: